Bir Süredir
Aylardır nefes aldıkça genişleyen bir evren oluşturmaya çalışıyorum satırlarımda. Bazen İngilizce, bazen Türkçe, bazen dörtlükler, bazen birbirini takip eden cümleler birileriyle buluşmaya çalışıyor. Önümüze ne gelirse saniyesinde etiketini "iyi, kötü, değerli, değersiz, çöp..." şeklinde eserlerin olmayan vücutlarındaki olmayan alınlarına yapıştırıp geçiyoruz. Sesler, kelimeler, cümleler, cümlelerim de bu değeri görüyor olabilir. Benim içinse bunun çok bir önemi yok. Kelimelere tahammül edemeyen bir toplum olarak okumanın bize ne kadar aydınlık getireceği ise şüpheli. Fakat, bu da önemli değil.
Bir savaşı devam ettirmenin birçok yolu olduğunu keşfettim geçtiğimiz günlerde. Fiziksel mücadele, zihinsel mücadele, akademik mücadele, fikri mücadele... ve liste uzayıp gider. Sözlü mücadelemin ise bir gariptir ki en sessizine müteşekkirim. En sessizinin en çok yeşillendirdiğine, renklendirdiğine inanıyorum. Sese kavuştuğu yegane nokta ise çemberime giren herkes. Dilime pelesenk olmuş olsa da her gün savunmaya devam edeceğim bunu: Biz kendimizi iç dünyamızın kapısının önüne kendimizi sokakta ıslanan köpek gibi kapattık ve kendi evimizin anahtarını da lağıma fırlattık. Benim savaşım fikri ulaştırabileceğim insan var mı sorusuyken yanımdakilerin daha kendilerini yok saydıkları bir arenada buluyorum kendimi, ne yazık bize. Bu kulağa üzücü geliyor, en azından gelmeli. Dizelerindeki duyguyu bilmeyen, oyunundaki aktörleri tanımayan, hikayesindeki karakterleri bilmeyen, kendini tanımayan insanlardan oluşan bir portre. Bunun bir ilacı vardır elbet ama Doğan Cüceloğlu'nun Savaşçı'sındaki sayfaların arasında mı bilmiyorum (bunu da okuduğum için ekleyeyim, belki eserin kendisine has yazısını oluştururum bir gün). Hocamız bağlamlar ötesi bir kurtuluşa işaret ederken bireyi bir savaşçıya dönüştürmeye çalışmış ama ben problemi kendisinin de tespit edip Arif Bey üzerinden çözdüğü noktaya getireyim: Farkındalık ve sorgulama. Biz bu noktada biraz körüz. Körüz çünkü ne kendi içimizi görür olduk ne de hissettiklerimizi.
Bence değişim ele bir kalem, fırça, arşe almakla başlıyor ama bunların ilk önce onu tutan elin bir yansıması olması gerektiğini düşünüyorum. Sanatın büyüsüne inanmakla birlikte bunu yapmak için sanat aşığı olmaya gerek bile yok. Aynaya bakmak gibi, her gün yapıyoruz aslında bunları. Ya mesaj yazıyoruz, ya sıkılınca bir şey karalıyoruz ya da kulaklıkla bir şarkıdaki dünyaya dahil olmaya çalışıyoruz. Önemli olan bunların bize düşen kısmını yapabilmek. Yazıya ruh vermek, karalanan çizime anlam katmak ve müziğe bir söz de bizim eklememiz (veya en basitinden "Bak burası ne güzel, tam beni anlatıyor ... dolayı diyebilmek) gibi şeyler. Keşke, ve bunu içtenlikle söylüyorum, günde 500 cümle kuruyorsak bunlardan biri "Bugün seni mutlu eden şey neydi?" olsa. Sürece dair bizim nerede ne olduğumuzu söyleyen o kadar imkan var ki... Zaten durduramadığımız bir akışın parçasıyken bu akışı zenginleştirebilecek gücü olup kölesi olan tek canlı da bizizdir muhtemelen.
Alakasız olarak artık Türkçe şiirlerimin de bir önemi olmadığını keşfettiğime göre yelpazeyi yine Batı rüzgarına çevirdim. Şimdi kanlı manlı bir şey çıkacak gibi ortaya. Betimsel olarak çirkin ama önemli olanın bir kalemden, benim kalemimden, çıkması. Kör olmamak, kapı dışarı kalıp ıslanmamak (en azından yağmuru ben yaratmadıysam) için devam.
Comments
Post a Comment